7 Şubat 2011 Pazartesi

Kar ve Aşk‏


Remzi AYDIN

 Avuçlarımı yakan kar, babamın elini tuttuğum günün sıcaklığında. Uzun zamandır karın teniyle böylesine yakınlaşmamıştım, ya da bana öyle geliyor. Sırt üstü uzanıyorum ve gözlerimi kapıyorum. Gözlerim kapalı olmasına rağmen yüzüme düşen her taneyi hissedebiliyor, hatta görebiliyorum. Sonra gözlerimi açıyorum, binlerce beyaz inci tanesinin yere secde edişine hatta yüzüme ve gözlerime secde edişine şahit oluyorum. Minik kar tanesi göz bebeğime yaklaştıkça büyüyor, büyüyor ve büyüyor. Sonra gökyüzü gözükmüyor her şey o minik taneciğin büyüklüğü karşısında yok oluyor. Bir kez daha nereden baktığının önemini haykırıyor adeta. Göz kapaklarıma düşen her inci tanesinin ruhundaki sıcaklığı, yüreğimde ve gözlerimde hissederken, taneciklerin birazda tuzlanarak gizemli inci damlası gibi gözlerimin kenarından akıp gidişini yaşıyorum.

Ruhumdan dışarıya fışkıran duygularım, kar tanesinin özünden fışkıran inci tanesi ile tekleşmesini, hatta kokuların birbirine sarılışını yaşamak ne güzel. Karın kokusu, ruhunun kokusu olarak yüreğime buran buram akıyor. Kar tanelerine gizlenmiş bir çift gözün, yüreğime baktığını hissediyorum. Bakışlarını ateşten ödünç almış, aynı kararlılığı, aynı yürekliliği, aynı başkaldırıyı hücrelerime kadar yaşatıyor bana. 

Özgürlük mavisi bir giysi içinde gizlenen o ışığı, kilometrelerce uzağımda olmasına rağmen görebiliyorum.  Kaç asırlık mesafe var aramızda oysa! Kaç asırlık özlemle hayaline sarılıyorum, kaç söylenmemiş sözcüğün içine hapsediyorum duyguları!

Bir dağ eteğindeyim, beyaz taşlara basarak geçtiğim nehrin sesi kulağıma kadar geliyor.  Düşen her kar tanesi nehri besliyor, ya da nehir düşen her kar tanesi ile kendini tamamlıyor.  Etrafımdaki “hiç”bir varlık bana “kimsin” diye sormuyor. Etrafımdaki milyonlarca “hiç” ile “hiç”-“leş”-meni”-“n” güzelliğini yaşadığımı fark ediyorum. Kendimi anlatmak için “hiç”bir sıfata ihtiyaç duymuyorum, adım, milliyetim, inancım, şeklim, mesleğim vs. ne varsa anlamsız burada. Ruhumdan dışarıya fışkıran şu maddenin anlamsızlığını yaşıyorum belki de. Hafif bir fırtına çıkıyor ve kar taneleri sağa sola savruluyor, işte o anda rüzgarın da bize katıldığını gözlüyorum. Varlığını ifade ediş şekli muhteşem, bedene ihtiyaç duymadan, şekillere sıkışmadan başka bir madde üzerindeki etkisi ile buradayım diye haykırıyor. Aşk ve rüzgâr’ın aynı şeyi yaptığını o anda fark ediyorum. Aşkında bir maddesi yok, sıfatlara ihtiyaç duymuyor ama benim üzerimde oluşturduğu etki ile varlığını sürekli haykırıyor ve burada, tam da içimde ya da tam tersi ben onun içindeyim ve sürekli akıl(sızlığ)ın duvarları arasında savruluyorum.

Aşağıdan akan nehrin dingin sesi kulağıma ulaşıyor, o da aşk ile akıyor sevdasına doğru. Denizler ve dağın sevdası işte bu nehirler aracılığı ile oluyor, denizin dağlara uzanan kolu gibi, öylesine sarmalıyor ki sevdalısını sanki hiç bırakmayacak gibi. Nehrin sesi! O anda bir şeyi daha fark ediyorum! Nehir sesini bana ulaştırabilmek için yine kendi bedenine yani havaya ihtiyaç duyuyor.  Her hiçliğin diğer bir hiçliğe zorunluluğu var. “Hiç”bir madde ruhundaki özün dışında hareket etmiyor, ruhunun zorunluluğunu diğer maddelere olan zorunluluk ile yaşıyor. Karşılıklı saygı belki de bunun adı! Belki de aşktır, kimbilir!

 Aşk ve ateş özdeş maddeler, aynı ruhun dışa yansıması. Her ikisi de arınma, temizlenme sembolü.  Ve her ikisi de aklın en üst seviyede kullanıldığı olgu hali.  Gereksizlikleri ve anlamsızlıkları silkeleyip, “çırılçıplak, birinin ruhuna bağdaş kurma anı”  Yüreğin artık başkasına aittir ve sen kendini terk edersin, hatta terk ettiğin yeri terk edersin. Tıpkı kar tanesinin tenime değip, buhar oluşu ve havanın yüreğine bağdaş kuruşu gibi. Bu kendine dönüş müdür, başka maddeye dönüş müdür, hiçliğe dönüş müdür, yoksa “her”şeyde “hiç”birşey olabilmek midir? Yoksa insanın kendini doğa olmayan doğa durumuna taşıma eylemi midir? Belki de şöyle bir şey; aşk şarabına bakarak onunla dolmak, dolduğun içinde içememek, sarhoş olamamak çünkü sarhoşluğun kendisi olmak… Ya da şöyle mi demeliyim, aklımı terk eden aklımın hali… Bu mecnunluk mudur? Yoksa gerçekte aklın tüm akıllardan arınarak en saf hale gelişi midir?  Ben kendi halimi aklın zaferi olarak nitelendiriyorum, her şeye rağmen. İnsan olmanın gerekliliği, hatta eşiği olarak kabul ediyorum. Aşk madde ile insan oluş arasındaki eşik gibi, o zaman eğilip secde edesim geliyor aşka, hatta secde edilecek tek din… Aşık olduğum ruhu ise secde’nin gevheri olarak görüyorum.  Eskiden doluya ihtiyaç duyardım kendimden geçmek için, şimdi ise bağın içindeki salkım gibiyim, gizemin ruhunda domur domur terleyen bir salkım. Ve şimdi doluya ihtiyaç duymuyorum, zira dolunun içindeyim, şarabın özüyüm.  Kendi sessizliğimin sağırlığını, yalnızlığımın maddesizliğini yaşıyorum. Her şeyin üstünde gördüğüm bedenimin ve hatta nefsimin beni terk edişini yaşıyor, insanlaşıyorum.

Bir avuç kar daha alıyorum elime, mihraptan aldığım kar; ruhuna uygun olarak davranıyor, sıcaklığı ile eriyor ve buhar olup miraca çıkıyor. Kar; mihrap, miraç ve hiçlik arasında yolculuğuna hiç yorulmadan devam ediyor. Ben ise kendi gerçekliğim ile yüzleştim belki de onun içinde yok oldum. O nedenledir ki ne mihraba ne miraca ihtiyacım var.  Gönül yolculuğu ile gizemime ulaştım ve ona secde ettim, aşkıma. Ve bir kar tanesi iniyor gözbebeğime doğru hızla, onun yüzünü görüyorum, saflığın en arı haliyle. Başımı çeviriyorum, saçları beyazlamış olgun ağaçlara gülümsüyorum ve onun gözlerini gözüyorum, yeşilin en güzel tonuyla, kahverengi hüzün kelebeklerinin uçuşunu yaşıyorum. Nehirden yükselen buharlarda onun yüzü var.  İşte o zaman tüm kutsal kitapları elimin tersiyle itiyorum,  çünkü her şey onun muhteşem ruhunda yazılı. Aynası ise benim ruhum,  tüm kutsal kitaplar ise bana uzak….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder